09 Ekim 2025 Perşembe
Ankara Kimya Teknik Lisesi’nde yatılı okurken, Anorganik ve Analitik Kimya öğretmenlerimiz ‘Nadir Rastlanan Toprak Elementler’ konusunun ülkemiz için son derece önemli ve stratejik bir konu olduğunu anlatırlardı. O zaman bunu yeterince anlayamamıştık…
Ne güzel öğretmenlermiş. Sanki Köy Enstitüleri eğitmenleriydi!…
Son birkaç gündür basında yer alan haberlere baktığımızda ‘NADİR ELEMENTLER’ konusunun fazlaca yer aldığını görüyoruz…
Kimya Teknik Lisesi’nde öğrenci iken, stajlarımızdan birini Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA)’nde yapmıştık…
Daha sonra bu liseden sınıf arkadaşım ‘Hasan Muammer Dişçioğlu’ Kimya Mühendisliği diplomasını; Hacettepe üniversitesi Kimya Mühendisliğinden, ben de aynı üniversitenin Tıp Fakültesinden doktorluk diplomasını aldım…
Ancak geçen yıllar içinde MTA’nın çalışmalarını ikimiz de uzaktan izlerdik…
MTA’nın bu yöndeki çalışmaları 50 yılı aşkın bir süredir aralıksız devam etmektedir…
Nadir elementler konusu gündem olunca, aklımıza eski günler ve 30 Kasım 2007’de Isparta yakınlarında düşen atlas jet uçağı geldi…
isparta’da düşen uçağın yolcuları arasında çok önemli 6 isim vardı. Bu kişiler Türkiye’nin yetiştirdiği değerli bilim adamlarıydı…
Sizlerin de bildiği gibi nükleer fizikçiler, Isparta’da yapılan kongreye gidiyorlardı…
Anımsayacağınız gibi ‘Nükleer Fizik Kongresi’ gelen acı haber ile ertelenmişti…
Uçak kazası daha doğrusu cinayetinde yaşamını yitiren 6 nükleer fizikçiden 3′ü Boğaziçi Üniversitesi’nde, 3′ü ise Doğuş Üniversitesi’nde görev yapıyordu…
O isimler Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Engin Arık, Araştırma görevlisi Özgen Berkol Doğan, Yüksek lisans öğrencisi Engin Abat ile Doğuş Üniversitesi’nden, Prof. Dr. Şenel Fatma Boydağ, Doç. Dr. İskender Hikmet ve Araştırma görevlisi Mustafa Fidan’dı…
Prof. Engin Arık, nükleer enerjinin temelini oluşturan parçacık fiziği konusunda dünya çapında bir isimdi. Ve en önemlisi Türkiye’de bol bulunan toryumu, petrole alternatif enerji kaynağı olarak gösterdiğini unutmayalım…
Prof. Engin Arık ölümünden önce yaptığı açıklamada dünyanın en zengin toryum yataklarının Türkiye’de olduğunu belirterek; “Türkiye tüm enerji ihtiyacını senede 50 ton toryum ile karşılayabilir. 1 ton toryum un enerjisi ile 1 milyon ton petrolün enerjisi eş değer. Kuracağımız merkeze bir proton hızlandırıcısı düşünülüyor. Bu da ilerde toryum nükleer santrali yapmamız için ön çalışmalara olanak sağlayacaktır” demişti…
Ne o talihsiz kazanın nedeni tam olarak açıklanabildi, ne de üzerinde çalışılan
Toryum projesinde bir gelişme oldu. Sanki görünmez bir el bu ‘Ulusal Projemizi’ tamamen bitirmişti…
Günümüze baktığımızda, Ülkemizde “Nadir Toprak Elementleri (NTE)” İç Anadolu bölgemizde, özellikle Eskişehir’in Beylikova ilçesinde bulunmaktadır…
Rezerv büyüklüğü Çin’den sonraki ikincidir. Yani paha biçilemez NTE rezervlerine sahibiz. Bu rezervlerin petrolden çok daha değerli ve önemli olduğu pek çok bilimsel kaynakta belirtilmektedir…
NTE’nin, genel olarak Enerji Sektörü, Elektrikli Araçlar, Rüzgar Türbinleri, Cep Telefonları, Yüksek Teknoloji Ürünleri sektörlerinde kullanılmakta olduğunu belirtelim…
Kullanım alanındaki geniş yelpazeye dikkatinizi çekmek isteriz…
Ülkemizde bulunan “Nadir Toprak Elementleri (NTE):” Lantan (La), Seryum (Ce), Praseodim (Pr), Neodimyum(Nd), Samaryum (Sm), Evropiyum (Eu), Gadolinyum (Gd), Terbiyum (Tb), Disprozyum (Dy), Holmiyum (Ho), Erbiyum (Er), Tulyum (Tm), İterbiyum (Yb) ve Lutesyum (Lu)dur…
Ayrıca, İtriyum(Y) ve Skandiyum (Sc) da NTE olarak kabul edilmiştir…
Türkiye’de nadir toprak elementlerinin işlenmesi, halen Eskişehir Beylikova’daki pilot işleme tesisi tarafından gerçekleştirilmektedir…
Bu tesis, yıllık 10 bin ton nadir toprak oksit üretme kapasitesine sahiptir. Ama bildiğimiz kadarıyla yeterince işlevi olmuyor…
Yapmakta olduğumuz işlem ilk aşama olup, bir nevi çıkartılan rezervin oksitlenerek zenginleştirilmesidir…
Asıl yapılması gereken, rezervin rafinasyon ile bileşenlerine ayrılması ve her bir bileşenin elementin saflaştırılmasıdır…
Ancak bu aşamaya geçebilmek için yüksek teknolojik yatırımlar gerekmektedir…
Basından takip edebildiğimiz kadarı ile, tam da bu noktada, ABD devreye girmiştir. Rezervlerin yüksek teknoloji ile işlenebilmesi için, bir nevi ortaklık teklif edilmiştir…
Bu stratejik kararın ülkemize en faydalı olacak yönde değerlendirilmesi, rezervlerimizin ABD’ye gümüş tepside sunulmaması gerekmektedir…
Bir an için NTE’ni bir kenara bıraksak ve sadece Toryum’a odaklansak, yeterli sayıda yapılacak Toryum reaktörleri ile ülkemizin elektrik ihtiyacının tamamını hem de nükleer sızıntı tehlikesi olmaksızın karşılayabiliriz…
Toryum reaktöründe radyoaktif dağılma söz konusu değildir…
NTE’nin tek tek ne işe yaradıklarını hangi sektörlerde kullanıldığı bilgileri ile kafanızı yormayalım…
Sonuç olarak çok değerli rezervlerimiz mevcut, umarız yeterli toplumsal tepki gösterilir ve bu rezervlerimiz peşkeş çekilmez…
Bunların ülkemizin geleceği için
en yararlı şekilde kullanılması olmazsa olmazımız olmalıdır….
Sorun siyasi olup, çözümü de siyasidir. Tüm yurtseverlerin örgütlü tepki göstererek bunu çözeceklerine inanıyoruz…
Sözlerimizi bu sefer türkü ile değil anlamlı bir atasözümüz ile bitirelim…
“Yemeyenin malını yerler…”
Sevgiler…
*Hasan Muammer Dişçioğlu (Kimya Mühendisl)
*Dr. Mustafa Torun
Çukurova’nın bereketli topraklarından doğan masallar, efsaneler ve halk hikâyeleri, Çukurova Masalları ile yeniden hayat buluyor.
Kara Karga Yayınları’ndan çıkan Çukurova Masalları, Türkiye’nin kültürel zenginliklerinden biri olan Çukurova’nın sözlü anlatı geleneğini günümüze taşıyor.
Olcay Bağır tarafından yeniden kaleme alıp edebi bir form kazandırdığı Çukurova Masalları, edebiyat meraklıları ve masal tutkunları için benzersiz bir okuma deneyimi sunuyor. Çukurova’ya özgü masallar ve efsanelerle dolu bu derleme; hem geçmişe bir selam hem de geleceğe bırakılmış kültürel bir miras niteliğinde. Kitap, yayınevinin Dünya Masalları Serisi kapsamında, unutulmaya yüz tutmuş masal ve efsaneleri edebi bir dille yeniden sunuyor.
Şahmaran, Yedi Uyurlar, Anavarza Kalesi ve Kızkalesi gibi efsaneleri de içinde barındıran kitaptaki masallarda; devlerden cadılara, altın pullu balıktan Zümrüdüanka kuşuna kadar fantastik varlıklar okuyucuyu büyülü bir dünyaya davet ediyor. Çukurova Masalları sıradan bir masal kitabı olmanın ötesinde, çocuk ve yetişkin okurları kültürel bir mirasla buluşturarak hayal gücünü harekete geçiren bir yolculuğa çıkarıyor.
Zümrüdüanka’nın Kaf Dağı’na sırtında adam taşıması, bir grup gencin yüzyıllarca bir mağarada uyuması, minare yüksekliğinde bir devin kazanıyla uçan cadıyı havada yakalaması, bir kediyle köpeğin aradığı yüzüğü farelerin heyecanlı bir operasyonla ele geçirmesi ve kel bir çiftçinin şapkasını bir söğüt ağacına kaptırması, binlerce yıllık medeniyetlerin izlerini taşıyan bu masal âlemi için sıradan olaylar!
BİNLERCE YILLIK KÜLTÜRÜN TAŞIYICISI…
Çukurova, yalnızca bereketli topraklarıyla değil, masal ve efsaneleriyle de binlerce yıllık kültürün taşıyıcısıdır. Elinizdeki kitap, bu topraklarda kuşaktan kuşağa aktarılan büyülü anlatıları günümüze taşıyor.
Devlerin, cadıların, ejderhaların, Zümrüdüanka kuşunun ve nice fantastik varlığın dolaştığı bu masallar, yalnızca çocuklara değil, en çok da hayallere ihtiyaç duyan büyüklere sesleniyor. Kimi zaman bir tilkinin arkadaşına kız istemeye gittiği, kimi zaman altın pullu balığın kaderleri değiştirdiği, kimi zaman da ölümsüzlüğün kapısını aralayan bir sırrın gölgesinde insanın zaaflarını anlatan hikâyeler sizi bekliyor.
Unutulmaya yüz tutan masal geleneğini yeniden canlandırmayı amaçlayan Çukurova Masalları, hem geçmişe bir selam hem de geleceğe bırakılmış kültürel bir miras.
Olcay Bağır Kimdir?
Adana’da doğdu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni ve Anadolu Üniversitesi Sosyoloji bölümünü bitirdi. Birçok dergide yazıları yayımlandı. Yurt Gazetesi’nde haftalık sinema yazıları kaleme aldı. ‘GodFather Dergi’ ile ‘Sine K Dergi’ gibi sinema dergilerinin ve ‘Tanı’ adındaki kent kültürü dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı. ‘Sinesözlük’ adında bir sinema sözlüğü kitabı yayımlandı. ‘Bize Yön Veren Metinler’ kitap serisinin 6. cildine, Türk sinema tarihini anlatan bir makaleyle katkıda bulundu.
Elimizde bir delik kova var. Hayır, artık delik demek hafif kalır; paramparça olmuş bir kaptan bahsediyoruz. Türkiye’nin ruh hali tam olarak bu. Nereden tutsak, diğer yanda fışkıran sular yüzünden bırakmak zorunda kalıyoruz. Tut-Bırak… Günümüzün özeti bu iki kelime.
Adliyeden markete uzanan çaresizlik hattı!
Şöyle bir etrafınıza bakın. Memleketin bütün acısı, adliye koridorlarına sinmiş durumda. Orası artık sadece bir hukuki mekan değil, toplumsal çaresizliğin akustik salonu. Bir kapıdan çocuk cinayetlerinin sesi sızarken, diğerinden uyuşturucu kurbanlarının davası yankılanıyor. Öyle ki, bazı aileler “Çocuğumuz cezaevine girsin, bari orada içemez!” diye feryat ediyor. Bu, umut değil, umutsuzluğun son sığınağı. Hemen yan kapıda ise kadın cinayetlerinin duruşma sesleri… Kovanın içi şiddette sınır tanımazlık!
Hangi yarayı sarmaya, hangi dosyayı dert etmeye yetişebiliriz ki? Bir yanda vicdanımızı sızlatan ahlak zafiyetinden kaynaklanan çocuk gelinler meselesini tutmaya çalışırken, diğer yanda vicdansız bir elin yaptığı hayvan katliamları haberiyle sarsılıp kalıyoruz. Mesele, adliyedeki dava sayısı değil; asıl mesele, vatandaşın vicdanında yaşanan o korkunç yığılma.
Sefalet ve şölen arasındaki gölge!
Vicdanımız bu kadar kalabalıkken, hayatın diğer cephelerinde de fırtınalar kopuyor.
Bir yanda, torununa harçlık bile verememenin utancıyla bir dedenin geçim sıkıntısından mahcubiyetini okuyoruz. Diğer yanda, patronun iki dudağı arasına sıkışmış işçi kıyımları. Boşanma davaları rekor kırıyor, aileler parçalanıyor; yoksulluk yüzünden düğün yapamayan gençler, geleceğe dair inancını kaybediyor.
Daha büyük resme bakalım: Madene teslim edilen vatan toprakları. Yeşilimiz, doğamız, altındaki maden uğruna yok edilirken, vatandaş market market indirim takibi yapıyor. Ve tüm bunlar olurken, toplumu yönetmeye meyilli gölge bakanlığın localı görsel şölenlerini izliyoruz. Aslı olamayanın gölgesi olmaz! Bir yanda sefalet, diğer yanda israf…
Bir an durup soruyoruz; Hangi yerden tutalım?
Çocuğuna pantolon alamadığı için kendini asan babanın çaresiz elini mi? Yoksa, doğayı savunurken sesi kısılan aktivistin feryadını mı?
Bırakılanlar, bizim derman olamadığımız yarınlar!
Samimi olalım; Vatandaş, artık hiçbir şeye yetişemiyor. Bir yaraya derman olmaya kalksa, diğer elinden binlerce derman olamadığı yarın kayıp gidiyor.
Çocuk cinayetlerini tutarsak, emeklinin açlık feryadını bırakmak zorunda kalıyoruz.
Kadın cinayetlerini tutarsak, göz ardı edilen maden ocaklarına teslim edilmiş ormanlarımızı bırakıyoruz.
Market kuyruklarını tutarsak, gençlerin gelecek kaygısından intiharlarını görmezden gelmek zorunda kalıyoruz.
Bu tut-bırak sarmalından kurtuluşun yolu, acıları hiyerarşiye sokmak değil. Çünkü acı, tartı kaldırmaz, şirazı bozuldu! Bütün bu dertlerin tek bir ortak kökü var: Liyakatsizlik, adaletsizlik ve yoksulluk. Hepsi, insan onurunu zedeleyen tek bir sistemin zinciridir.
Bunlar zehirli bir su gibi, kovayı dört bir yandan deliyor.
Bu zinciri kırmak için, elimizi sadece en manşetlik yaraya uzatmak yetmiyor. Bütün delikleri aynı anda kapatacak, kovanın kaynağını onaracak kapsamlı bir iradeye ihtiyacımız var. Yoksa bu döngü devam edecek ve tutmaya çalıştıklarımız elimizden kayıp giderken, memleketin dört bir yanı sessizce su almaya devam edecek.
Bu “tut-bırak” girdabında, sizin payınıza düşen en ağır yük hangisi oldu?
Münevver METİN
Günümüzde Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve Doğu Anadolu Bölgesi’nde yaşanmakta olan feodal kültürün, feodalizm ile bağlantılı olduğunu görmezlikten gelebilir miyiz? Feodal kültür, toprak dağılımının dengesizliğinden kaynaklanıyor...
Bir tespit ile söze başlayalım.
Örneğin, Diyarbakır’da toprakların yüzde 41’inden fazlası ailelerin yüzde 3’ünün denetiminde. Şanlıurfa’da da 10 milyon dekara yakın arazinin yüzde 30’una yakını ailelerin yüzde 1,5’ine ait.
Bölgedeki feodal ekonomik yapı; işsizlik, yoksulluk ve feodal kültürü yaratıyor.
Bu yapı, bölgedeki sanayi ve hizmet sektörünün eksikliğinden de besleniyor.
Güneydoğu Bölgesi’nde ağalar, beyler neredeyse bölgenin bütün topraklarına egemen.
Kimi ağalar zaman zaman toprak reformu söylemlerinden ürkerek ya da çekinerek iki yönelişte bulunuyorlar.
Birincisi; kimi ağalar topraklarını aileleri arasında pay ediyorlar, ya da kapitalist dev tarımsal işletmeler durumuna dönüştürüyorlar.
İkincisi de şu; ağalar, beyler kooperatif kurmuşlar ya da kurdurulmuş. Başlarına ağalar geçmiş ya da geçirilmiş.
Böylelikle dünyanın hiçbir bölgesinde gözlemlenmeyen bir kooperatifleşme modeli ortaya çıkmış.
Ben buna yıllarca önce yazdığım bir yazıda “Aga-Koop” adını vermiştim.
Yoksul köylüler, Aga-Koop adı verilen kooperatifin kâğıt üstünde eşit(!) ortakları. Ancak eskiden olduğu gibi boğaz tokluğuna yaşamaya devam ediyorlar.
Toprak Düzeninde Feodal Yapı Mevsimlik İşçi Dramını Da Ortaya Çıkarmıyor mu?
Bu memlekette kentlerde yaşayan tuzu kuruların ya bilmediği ya da bilmezlikten geldiği mevsimlik işçiler gibi bir sorunumuz var.
Her yıl,
Adana’da örtü altı sebze ve narenciye;
Afyon’da kiraz toplama;
Düzce’de fındık toplama;
İzmir’de kiraz toplama ve kurutmalık domates kesme;
Konya-Aksaray’da pancar çapası;
Ordu’da fındık toplama;
Samsun’da sebze hasadı;
Urfa’da pamuk toplama,
Yozgat-Nevşehir’de pancar çapası gibi işlerde istihdam edilmek üzere Urfa, Mardin, Diyarbakır gibi ağırlıklı olarak Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden mevsimlik işçiler getirilir.
Mevsimlik tarım işçisi aileleri Mart, Nisan ve Mayıs aylarında evden ayrılırlar, daha çok Eylül, Ekim ve Kasım aylarında evlerine dönerler.
Göçün en önemli nedeni “ekonomik zorluklar”, bir başka deyişle topraksızlık ya da az topraklılık.
Kente göçenlerin arasında daha önce herhangi bir araziye sahip olanların oranı son derece az.
Ailelerin sadece yüzde 7’sinin köylerinde tarım arazileri var ve bu arazilerin ortalama büyüklüğü 10 dönümden küçük.
Ve Feodal Kültür Toprak Düzeninin Sonucu Değil mi?
Feodal yapı, bilindiği üzere toplumsal hiyerarşinin toprak sahipliği ve kişisel bağlılık temelinde ortaya çıkan bir sistem.
Bu hiyerarşide, Türkiye gündeminde toprak sahibi ağalar, aşiret reisleri, tarikat şeyhleri ve onlardan beslenen etnik, dinsel siyasetçiler ve siyasal yaklaşımlar var.
Feodal yapı, kulluğu devam ettiriyor, eşit yurttaşlığı engelliyor ve köy ya da mezrada yaşayanların içe kapanık birimlerini de ortaya çıkarıyor.
Ve Feodal Kültürün Düğünü Nasıl Oluyormuş?
Günümüzde de Güneydoğu Anadolu’da aşiret düğünleri, hem takıların zenginliği hem de görsel şöleniyle sık sık gündem olmaya devam ediyor.
İşte bunlardan birisi
3 Ekim 2025 tarihli medya haberlerine göre Şırnak’ın Beytüşşebap İlçesi Başaran Köyü’nde Jirki Aşireti’nden Hülya-Emrah Gökçe çifti, 2 gün 2 gece süren düğünle evlenmiş.
Damada 3 milyon TL ve geline de 1,5 kilo altın takılmış.
Düğün, 2 gün 2 gece sürmüş.
Düğüne, Şırnak’ın yanı sıra Mardin, Hakkari, Van ve Diyarbakır’dan gelen binlerce davetli katılmış.
Gelin Hülya ve damat Emrah Gökçe, davetlilere teşekkür etmişler.
Damadın babası Ömer Gökçe, düğün süresince gösterilen ilgiye teşekkür ederek, “Bizi bu özel günümüzde yalnız bırakmayan tüm dostlarımıza, aşiret mensuplarımıza ve misafirlerimize gönülden teşekkür ederim. Düğünümüz katılım açısından çok yoğundu. Bu, halkımızın birlik ve beraberliğinin en güzel göstergesidir” demiş.
Damadın kız kardeşi Merve Gökçe de “Bir aşiret kızı olmaktan gurur duyuyorum. Bu ilgi ve sevgiyi bize hissettiren herkese teşekkür ederiz” ve Sağdıcı Engin Gökçe ise, “Gelinimize 1,5 kilo altın, damadımıza 3 milyon TL takıldı. Katılım sağlayan, destek olan herkese teşekkür ediyoruz” diye konuşmuş.
Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı
(Bakınız:
https://www.hurriyet.com.tr/gundem/dugun-2-gun-2-gece-surdu-geline-1-5-kilo-altin-damada-3-milyon-tl-takildi; https://www.nefes.com.tr/asiret-dugununde-damada-tomar-tomar-para-geline-kiloyla-altin;
https://www.msn.com/tr-tr/haber/gundem/d%C3%BC%C4%9F%C3%BCn-2-g%C3%BCn-2-gece-s%C3%BCrd%C3%BC-geline-1-5-kilo-alt%C4%B1n-damada-3-milyon-tl-tak%C4%B1ld%C4%B1/)
Birkaç yıldır Stanford University ve Elsevier Yayın Evi tarafından düzenlenen Dünyanın İlk yüzde 2’lik Üst Dilimindeki Bilim İnsanları Listesi 2025 yılı verileri, “Ağustos 2025 tarihli standartlaştırılmış atıf göstergelerinin güncellenmiş bilim alanları ve yazar veri tabanları güncellemesi” başlığıyla yayımlanmıştır (https://lnkd.in/dbV9tcuu).
Dünya Üniversiteleri Eşit Olmayan Koşullarda Yarıştırılması Ne Kadar Gerçekçi?
1983 yılından günümüze üniversiteler, on civarında uluslararası değerlendirme kuruluşu tarafından araştırma çıktıları (yayın sayısı, yayınların çeyreklik sınıfı, atıf sayısı, öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı, lisansüstü mezun sayısı, ödüllü bilim insanı sayısı, mezunların başka kurumlarda burs bulma oranı vb.) temel alınarak sıralanmaktadır. Ancak Stanford Üniversitesi’nin yaptığı çalışma, alanlar bazında ilk %2’lik etkili bilim insanlarını belirlemektedir.
Sıralama kurumları tarafından yaygın olarak kullanılan atıf ölçümlerinin her zaman gerçeği yansıtmadığı ve kimi zaman kötüye kullanılabildiği bilinmektedir. Stanford araştırma ekibi bu durumu göz önünde bulundurarak; “atıflar, h-indeksi, eş yazarlık ayarlı h-indeksi, farklı yazarlık pozisyonlarındaki makalelere atıflar ve bileşik bir gösterge (c-puanı)” hakkında standart bilgiler sağlayan, en çok atıf alan bilim insanlarının yer aldığı herkese açık bir veri tabanı oluşturduklarını belirtmektedir.
Seçim, c-puanına (öz atıflı ve öz atıfsız) veya alt alanda %2 ve üzeri yüzdelik dilime göre ilk 100.000 bilim insanına dayanmaktadır. C puanı, üretkenlikten (yayın sayısı) ziyade etkiye (atıflara) odaklanmakta; ayrıca ortak yazarlık ve yazar konumları (tek yazar, ilk yazar, son yazar) hakkında da bilgi içermektedir. Öz atıflı ve öz atıfsız ölçümler, atıf alan makalelere oranlarıyla birlikte verilmiş; ayrıca geri çekilen makaleler Retraction Watch veri tabanına göre belirlenmiştir.
Bilim insanlarının sınıflandırılması, Science-Metrix sistemine göre 22 bilimsel alan ve 174 alt bilim alanı dikkate alınarak yapılmıştır. Araştırmada, en az beş makalesi bulunan tüm bilim insanları için alan ve alt alana özgü yüzdelikler sunulmaktadır. Değerlendirme, hem “kariyer boyunca” hem de “yakın tarihli tek bir yılın etkisi” esas alınarak iki ayrı Excel tablosu şeklinde yayımlanmıştır.
Kariyer boyu verilerde 2024 yılı sonuna (1 Ağustos 2025 tarihli Scopus veri tabanındaki güncel atıf verileri esas alınarak) kadar olan döneme yer verilmiş; yıllık etki verilerinde ise yalnızca 2024 takvim yılı içindeki atıflar dikkate alınmıştır.
Stanford Üniversitesi tarafından hazırlanan bu listede, atıf, yayın ve etki faktörü gibi çok sayıda bilimsel göstergeye göre “Dünyanın En Etkili Bilim İnsanları” arasında toplam 1.308 Türkiye adresli bilim insanı yer almıştır. Üniversiteler, üniversite hastaneleri ve bilim kurumları (örneğin TÜBİTAK ve araştırma enstitüleri) adresli toplamda 180 kurum belirlenmiştir.
Çukurova Üniversiteli Bilim İnsanları ve Araştırma Alanları Sınırlı
“Yaşam Boyu Başarı” listesinde, Türkiye’deki kamu üniversitelerinde görev yapan bilim insanlarının daha çok öne çıktığı görülmektedir. Türk bilim insanları arasında en üst sıradaki hocamız dünya genelinde 118. en alttaki hocamız ise 230.210. sırada yer almaktadır. Çukurova Üniversitesi yaşam boyu kariyer listesinde de 24 akademisyen ile temsil edilmiştir. 2’si Tıp Fakültesi, 2’si Su Ürünleri Fakültesi, 3’ü Ziraat Fakültesi, 4’ü Gıda Bilimleri, 5’i Temel Bilimler ve 7’si Mühendislik Fakültesi’nden araştırmacılardır.
Yıllık Etki Değeri kategorisinde ise üniversitemizde 17 akademisyen listede yer almıştır. Bu kategoride 3 Tıp Fakültesi, 2 Ziraat Fakültesi, 2 Su Ürünleri, 5 Mühendislik ve 2 Gıda Mühendisliği akademisyeni bulunmaktadır. Her iki listede birden yer alan 12 hocamız bulunmaktadır.
Üniversitenin 19 fakültesi içinde sınırlı fakültelerin dışındaki fakültelerin durumunu analiz edip, eksiklerini geliştirip daha fazla alanda temsiliyet sağlanmalı.
Araştırma Kurumlarının Değerlendirmesinden Önce Bizlerin Kendi Önceliğimizi ve Hedeflerimizi Belirlemeliyiz
Genel tabloya bakıldığında, teknolojik olarak gelişmiş ülkelerin milyar dolarlık araştırma bütçeleriyle rekabet etmenin artık mümkün olmadığı; bu nedenle ülkelerin kendi iç denetim ve araştırma stratejilerini geliştirerek nitelikli bilim üretimine yönelmelerinin zorunlu olduğu görülmektedir. Ülkemizin, küresel bilimsel gelişmelerden kopmadan, kendi bilim politikalarını ve stratejilerini işlevselleştirmesi en gerçekçi yaklaşım olacaktır. Zira dünyada gelişmenin ve kalkınmanın dinamosu bilimsel bilgi ve teknoloji üretimidir. Bu nedenle, yüzeysel bir rekabete girmek yerine, nitelikli bilgi üretimine yönelik yeni strateji ve paradigmalar geliştirilmelidir. Ayrıca, liyakate dayalı, bilimsel yetkinliği yüksek, yetişmiş insan kaynağıyla üniversitelerin yetkili organları birlikte çalışarak kurumlarının hedeflerini belirlemeli ve konumlarını sağlamlaştırmalıdır. Bütüncül bir bilim anlayışı ve planlama ile Türkiye üniversitelerinin kısa sürede hak ettiği yeri alacağına inanıyorum.
Yapılan bu çalışma, bilim insanlarının daha çok etkili yayın sayısı ve atıf alan yayınları üzerinden değerlendirildiğini göstermektedir. Ancak yalnızca atıf faktörüne dayalı bir sıralamanın, etkili bilim insanı olmanın tek göstergesi olmadığı kanaatindeyim. Nitekim (kendi ismimin her iki listede yer almasına rağmen), bu tür sıralamaların bazen başarılı çalışmalar yürüten ve proje üreten akademisyenleri de-motive edici olabileceğini düşünüyorum.
Çoğu araştırmacı yurt dışında etkili dergilerde yayın yapmış olup hâlen aynı yayınlar üzerinden atıf almaktadır; ancak bu durumun “yaşam boyu etkiyi” temsil edip etmediği tartışmalıdır. Ayrıca, atıf alacak nitelikte yayın üretebilmek; kurumun altyapı olanakları, proje bütçeleri, teknik personel kapasitesi gibi unsurlarla doğrudan ilişkilidir.
Dolayısıyla öne çıkan birçok bilim insanının laboratuvar olanakları, çalışan araştırmacı sayıları ve yayın performansları arasında güçlü bir korelasyon bulunmaktadır. Bu bağlamda, Türk bilim insanlarının dünya ölçeğinde rekabet edebilmesi için üniversitelerimizin gerekli maddi ve kurumsal desteği görmesi büyük önem taşımaktadır. Bununla birlikte, kişisel başarıları küçümsememek ve takdir etmek gerekir. Dileğim, üniversitemizden daha fazla hocamızın dünya çapında etki listelerinde yer alması ve nitelikli bilimsel üretimi sürdürülebilir kılmasıdır.
Prof. Dr. İbrahim Ortaş
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.