17 Ekim 2025 Cuma
Daha önce yazmıştım; İş yaşamı ile eğitim ve öğretim sürecine devam etmeyen gençler “Ev Genci “olarak adlandırılmaktadır…
İngilizce kısaltılmış hali “NEET” olup, açılımı “Not in Education, Employment, or Training” olarak bilinmektedir…
Türkiye’de 4 milyonun üzerinde EV GENCİ olduğu tahmin edilmektedir…
AB ülkelerinde 15-29 yaş grubundaki ev genci oranı ortalamada %18’ken, Türkiye’de bu oranın %35,6 civarında olduğu sanılmaktadır…
Türkiye’de 18-24 yaş aralığındaki yaklaşık her üç gençten biri (%31,3), ne eğitimde ne iş alanındadır…
OECD ülkeleri ortalamasında bu oran yüzde 14,1’dir…
Başka bir ifade ile Türkiye’de 18-24 yaş aralığındaki toplam 8.872.663 gençten 2.777.144’ü, ne eğitimde ne iş alanındadır…
Türkiye; %31,3 oranı ile Ev Genci’nin en fazla olduğu OECD ülkesidir diyebiliriz…
Türkiye’de 18-24 yaş aralığında ne eğitimde ne iş alanında olan kadınların oranı yüzde 41,6, erkeklerin oranı ise yüzde 22,1 dir…
Bu oranla kadınlar erkeklerin neredeyse iki katıdır…
OECD ortalamasında ise; ne eğitimde ne istihdamda olan kadınların oranı yüzde 14,9, erkeklerin oranı ise %13,4’tür…
Ev Gençlerimizin 18-24 yaş aralığında olanların %7,8’i işsiz, %23,6’sı ise çalışmayan ve iş aramayanlardan oluşmaktadır…
Türkiye, hem 25-64 yaş aralığındaki lise mezunları (%63) için hem de üniversite mezunları (%75,4) için en düşük istihdam oranına sahip OECD ülkesidir…
Türkiye’de 25-64 yaş aralığındaki her dört üniversite mezunu yetişkinden biri (%24,6) iş alanında değildir…
OECD genelinde eğitim düzeyi arttıkça işsizlik oranları azalmaktadır…
Türkiye’de; lise mezunu olmayan, lise mezunu olan ve üniversite mezunu olan genç yetişkinlerin işsizlik oranları birbirine benzemektedir…
Türkiye’de 25-34 yaş aralığındaki lise mezunu olmayanların %11,2’si işsizken, lise mezunu olanların %10,2’si, üniversite mezunlarının ise %10,6’sı işsizdir…
OECD ortalamasında bu oranlar %12,9, %6,9 ve %4,9’dur…
Türkiye’de ilkokula başlama çağındaki bir bireyin en yüksek eğitim kademesini tamamlayana kadar eğitim hayatında geçirmesi olası süre 2024 yılında 17,2 yıl olarak belirtilmiş…
İlkokul çağındaki bir bireyin ortaöğretimi tamamlayana kadar eğitimde geçirmesi olası süre 11,9 yıl, okul öncesi eğitimde ise 1,5 yıl olarak hesaplanmış…
İlkokula başlama çağındaki bir bireyin en yüksek eğitim kademesini tamamlayana kadar eğitim yaşamında geçirmesi olası sürenin bir önceki yıla göre toplamda %3,4 azaldığını görüyoruz…
Bilindiği gibi hammaddelerin bitmiş ürünlere dönüşümünü izlemek ve belgelemek için üretimde kullanılan bilgisayarlı sistemler MES diye adlandırılıyor. Yani İngilizce olarak “Manufacturing Execution System. Gelin ülkemizdeki MES verilerini açalım…
MES ülkemiz erkeklerinde 2023 yılına göre %3,8’lik azalış ile 16,7 yıl olurken, kadınlarda %3,0’lık azalış ile 17,6 yıl olmuş…
Türkiye genelinde MES; 2024 yılında kadınlar için 17,6 yıl, erkekler için ise 16,7 yıl olmuş…
İSCED 1-8 kademesinde (yani ilkokul-yükseköğretim aşamasında) MES cinsiyet eşitlik endeksi; 2024 yılında 1,05 olduğu rapor edilmiş. 2018 yılında 0,97 olan endeks, 2024 yılında 0,08 puanlık artış göstererek kadınlar lehine değişim göstermeye devam etmiş…
Milli Eğitim Bakanlığını teftiş eden Sayıştay Raporundan Bazı Alıntıları sizlerle paylaşırsam ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır…
Sayıştay 2024 Yılı Düzenlilik Raporu’na göre; Mili Eğitim Bakanlığı bünyesinde bordrolu ve sözleşmeli personel olarak eğitim-öğretim hizmetleri sınıfında “1 milyon 41 bin 792” çalışanın görev yaptığını öğreniyoruz…
“Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu” ile Millî Eğitim Bakanlığına 2024 yılında 1 trilyon 92 milyon lira ödenek ayrılmış…
Yine “Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu” ile Millî Eğitim Bakanlığına 35 milyon 96 bin liralık daha eklenerek, toplam miktar 1 trilyon 127 milyon liraya ulaştığı rapor edilmiş…
MEB, bir yılda 1 trilyon 105 milyon liralık harcama yapmış..
Milli Eğitim’e bağlık İnşaat Emlak Genel Müdürlüğü tarafından Avrupa Birliği fonlarıyla inşa edilen okullardan geçici kabulü yapılıp eğitim-öğretim faaliyetlerinde kullanılmaya başlananların, “Maddi Duran Varlıklar Hesabına” aktarılmadığı belirlenmiş…
Milli Eğitim Bakanlığı’nın taşra birimlerindeki arazi ve arsalar hesabına yapılan borç kayıtlarının henüz tahsis işlemi yapılmadığı da söz konusu Sayıştay raporunda maalesef açıkça belirtilmiş…
Milli Eğitim’de görev yapan çalışanlardan emeklilik hakkı kazananların kıdem tazminatlarının eksik ya da hatalı yatırıldığı Sayıştay’ın raporunda ayrıca vurgulanmış…
Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığı’nda döner sermayeli kuruluşlara ilişkin yatırdığı sermayelerin, muhasebe kayıtlarında doğru ve gerçekçi verilerle izlemediği belirtilmiş…
Ben burada sayfalar dolusu tutan “MEB Sayıştay Usulsüzlük Raporlarından” bazılarını aktardım…
Eğitimden ve Ev Gençlerinin artışından baş sorumlu MEB’nin, usulsüzlüklerinin ne durumda olduğunu ne kadar yazsak tam olarak aktaramayız…
Sevgili gazeteci arkadaşımız Aziz Muhammed Ulubaş’a verilere ulaşmamızda yardımlarından dolayı buradan teşekkür ediyorum…
Sorun sadece EV GENCİ sorunu olmayıp, bilinçli ve planlı olarak tüm kurumlar çürütülmektedir…
Hepiniz de biliyorsunuz ki çözüm siyasi olup, antifaşist cephe örgütlü olarak çoğaltılmalıdır…
Gönül dağımızda boran olsada, tüm iyilerin taşın altına elini koyup kötüler ile örgütlü kötülükle sınıfsal mücadelesi şarttır…
Sözlerimi Neşet Ertaş Ustamızın güzel bir Kırşehir türküsü ile bitireyim…
Gönül Dağı Yağmur Yağmur Boran Olunca,
Akar Can Özümden Sel Gizli Gizli…
Bir Tenhada Can Cananı Bulunca,
Sinemi Yaralar (Yaroy Yaroy Yaroy Yaroy Yaroy Yaroy)…
Dil Gizli Gizli Dil Gizli Gizli…
Sevgilerimle…
Dr. Mustafa Torun
2025 yılının takvim yaprakları, her ay kanayan yeni bir yara ile açılıyor. Manşetler, rutin bir felaket haberi gibi sunuyor: “Ölü bulundu”, “Cinayet”, “Şüpheli Ölüm”. Bu soğuk kelimeler, aslında bir toplumun en mahrem ve en temel bağlarının nasıl çözüldüğünü gösteren bir çığlığın yankısı. Türkiye’de kadın ve çocuk cinayetleri, sadece hukuki bir sorun değil, topyekün bir vicdan krizi!
Özellikle kadınların ve çocukların büyük çoğunluğunun kendi evlerinde, yani en güvenli olması gereken alanda hayatlarını kaybetmeleri, sarsıcı bir gerçek. Ev, bir anda sevginin ve yuvanın simgesi olmaktan çıkıp, şiddetin, dehşetin ve sonun mekanı haline gelmiş.
Verilere baktığımızda tablo daha da acılaşıyor. Cinayetlerin çoğu, kadının en yakınındaki erkek tarafından işleniyor. Eş, eski eş, sevgili, akraba… Bu, ailenin, sevgiyi değil, şiddeti ve tahakkümü üreten bir fabrika haline geldiğini gösteriyor.
Sadece kadınlar değil, bu cinayetlerin yan hikayesi olarak çocuklar da hedef oluyor, yaralanıyor ya da katlediliyor. Veya daha da kötüsü. Annelerinin son nefesine tanıklık ederek ömür boyu sürecek bir travmaya mahkum ediliyorlar. Bu çocuklar, şiddetin bir sonraki nesle miras bırakılan en ağır borcudur. Reddi miras davalarıyla ebeveynlerinin borcunu reddeden bir toplumda, bu çocuklar kendilerine bırakılan bu kanlı mirası nasıl reddedecek?
Daha da vahimi, öldürülen kadınların bazılarının elinde, devletin verdiği koruma kararlarının olmasıdır. Kağıt üzerindeki bu kararların uygulanmaması, aslında toplumu da bu cinayetlerin pasif suç ortağı yapıyor. Hukuk, can simidi olmak zorundayken, ihmal bu simidi delip geçiyor.
Bir de sürekli artan “şüpheli kadın ölümleri” gerçeği var. Faili meçhul kalan, üzeri kapatılan, intihar yaftası yapıştırılan bu vakalar, sadece istatistik değil, adaletin yitirildiği karanlık dehlizler. Gerçekler açığa çıkmadıkça, her şüpheli ölüm, bir sonraki cinayetin zeminini hazırlıyor.
“Kendini görmek istersen kadına bak, o senin aynan.” Bu cinayetler, bizim aynamıza yansıyan en çirkin, en iğrenç suretimizdir. Kadını yaşatma iradesini kaybetmiş bir toplum, kendi varoluş amacını da kaybetmiş demektir.
Bu cinayetler, birer istatistik değil, her biri bizim çocuklarımız, kardeşlerimiz, annelerimizdir.
Hayat; babanın omuzlarında başlayan, annenin şefkatinde büyüyen ve evladın umudunda yeşeren sonsuz bir döngüyken!
Babalar borç, anneler yas, evlatlar ise reddi miras davalarında! Bu durum, bir toplumun VİCDAN KRİZİNİN en çıplak, en acı ve en kayıp geleceği!
O sessiz mahkeme, vicdan!
16 Ekim Dünya Gıda Günü’nde gıdaya erişim ve beslenme durumu sorgulanmaktadır…
FAO’ya göre gıda güvenliği; “Tüm insanların, her zaman, aktif ve sağlıklı bir yaşam için gerekli olan besin ihtiyaçlarını ve gıda tercihlerini karşılayacak şekilde, fiziksel, sosyal ve ekonomik açıdan yeterli, güvenli ve besleyici gıdaya erişiminin olması durumudur.”
Dünya Gıda Günü’nün en ciddi sorunlardan biri, gıdaya erişim yetersizliğidir. Günümüzde artan iklim değişiklikleri, nüfus yoğunluğu ve göçler sonucunda metropollerin varoşlarına yığılan milyarlarca insan, başta sağlıklı su, hijyen ve gıdaya erişim konusunda ciddi sıkıntılar yaşamaktadır. Geçen yüzyıldan bugüne yoksulluk ve açlık sorunlarının azalmak bir yana, özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde giderek büyüdüğü görülmektedir.
2025 yılı teması “Daha İyi Gıdalar ve Daha İyi Bir Gelecek İçin El Ele.” Ancak geçek ne yazık ki el ele değil ellerin birbirinden uzaklaştığı bir dengesizlik yaşanıyor. Bugün milyonlarca insan günlük yalnızca birkaç dolarla yaşam mücadelesi vermekte olduğu günümüzde derin yoksulluk olgusu, artan gıda enflasyonu ile birleştiğinde, özellikle gıdaya erişimi sağlayacak düzeyde gelire sahip olmayan kesimleri çok daha zor durumda bırakmaktadır. Mevcut durumda, dünya nüfusu 8,2 milyara ulaşmış olup bunun yaklaşık 1 milyarı açlık sınırında yaşamaktadır. Kişi başına yıllık milli gelir 2 bin dolardan 60 bin dolara kadar değiştiği dünyadaki dengesiz gelir dağılımı gıdaya erişime de yansımaktadır. Başta Afrika ve Sahra Altı Asya kıtalarında milyonlarca insan için ciddi gıda yetersizliği yaşanmaktadır. Öte yandan Avrupa ve Amerika gibi gelişmiş toplumlarda da gelir dağılımındaki adaletsizlik ve kapitalist üretim-tüketim yapısının yarattığı paylaşım sorunları nedeniyle, başta çocuklar, kadınlar, göçmenler ve şehirlerin varoşlarında yaşayan milyonlarca kişi gıdaya erişim sıkıntısı çekmektedir. ABD’de varoşlardaki Afrikalı ve diğer göçmenlerin barınma beslenme durumu beklenin ötesinde kötü.
Türkiye’de Beslenme ve Ekmek Gerçeği
Ülkemiz günlük gıdasının ve enerji gereksiniminin yaklaşık %40-50 kadarını kişilerin gelir düzeyi ve beslenme durumuna bağlı olarak buğday temelli gıdalardan sağlamaktadır. Çoğu ailede ekme ekmek yenmeden karın doymuyor. Günümüzde Türkiye’de yılda 9.2 milyon ton ekmek üretilmekte (günlük 101 milyon ekmek) , bunun 6 milyon kadarı bayatlayarak israf edilmektedir. Kişi başına düşen yıllık ekmek tüketimi yaklaşık 120 kilogram ile Türkiye dünyada ilk sıralarda yer almaktadır (Ulusal Beslenme Konseyi Emek Raporu, 2025).
“Türkiye ekmekle besleniyor“
3 Mart 2029 tarihli hürriyet gazetesi Haber’de İstanbul Haber Servisi – Türkiye’nin ekmek tüketiminde dünya birincisi olduğu, yılda kişi başına 120 kilogram ekmek tüketildiği, bu rakamın İngiltere’de yılda 32 kilo 25 gramda kaldığı belirtildi. Gıda Güvenliği Hareketi Derneği’nin (GGHD) en son yayımladığı “Ekmek Raporu’na göre, Türkiye 220 milyar dolarlık ekmek tüketimiyle dünya ülkeleri arasında lider. Derneğe göre, beyaz undan yapılmış beyaz ekmek, diyabetli çocuk sayısı ve diyabetli bebek doğumlarını da hızla artırıyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre, Türkiye’de insanların günlük enerji ihtiyaçlarının yüzde 44’ünü ekmekten karşılanıyor, tüketilen ekmeğin ise yüzde 87’si ise beyaz ekmek oluşturuyor”.
Bir tarafta gıda yetersizliği ve erişim sorunu bir taraftan Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP)’nın 2024 yılı Gıda İsrafı Raporu’na göre, her yıl dünya genelinde yaklaşık 1,05 milyar ton gıda tüketilmediği için veya sofralara ulaşmadan çöpe gitmektedir. Gıda güvencesinin sağlanması bakımından konun ciddiyetle ele alınması gerekir. UNEP 2022 Gıda İsrafı Endeksi Raporu’na göre ise Türkiye’de gıda israfı sorunu ciddi. Çoğunluğu evlerde (yüzde 60 kadar) olmak üzere kişi başı yıllık gıda israfı 102 kilogram olduğu rapor edilmiş.
Yiyecek Var, Ancak Erişim Adil Değil
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) istatistiklerine göre Türkiye’de insanlar yazılı veriler üzerinde iyi besleniyor görünse de, bölgesel gıda dağılımına dair veriler yetersizdir. FAO’ya göre Türkiye nüfusunun ana enerji kaynağı ekmek (yüzde 44) ve diğer tahıllardır (yüzde 58). Bu durum, toplumun hayvansal protein kaynaklarına erişimde ciddi kısıtlılık yaşadığını göstermektedir.
TÜRK-İş’in Eylül 2025 verilerine göre, Türkiye’de açlık sınırı 27 bin 970 TL, yoksulluk sınırı ise 91 bin 109 TL’dir. Bu değerlerin altında gelire sahip olan büyük çoğunluk, yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. TÜİK verilerine göre de her dört aileden biri, çocuklarının günde en az bir kez et, tavuk veya balık tüketmesini sağlayacak maddi imkâna sahip değildir.
Ekmek ve makarna ağırlıklı beslenme, hayvansal gıdalardan elde edilmesi gereken proteinlerden mahrumiyet anlamına gelmektedir. Çocukların beden ve zihin gelişimi; hafıza, algılama ve bilişsel yetenekleri doğrudan dengeli beslenme ile ilişkilidir. Bu bağlamda yalnızca ekmekle beslenen çocukların ülkenin sağlıklı geleceğine katkı sağlaması son derece güç görünmektedir.
Veri ve İstatistiklerin Önemi
Pandemi döneminde olduğu gibi, günümüzde de yeterli ve bütünlüklü verilerin toplanamaması, gıda güvenliği sorunlarının doğru analiz edilmesini zorlaştırmaktadır. FAO ve ulusal kurumlar, mevcut istatistikleri güncel ve şeffaf biçimde tutmak zorundadır. Aksi takdirde, gıdaya erişim sorunu yaşayan nüfusun gerçek durumu bilinmediğinden, çözüm politikaları da yetersiz kalmaktadır.
Gıda güvencesi konusu bir insan hakkı konusu olup ülkeler, vatandaşlarının beden ve ruh sağlığının korunması için beslenme, barınma ve eğitim alanında tüm kaynaklarını öncelikli olarak kullanmakla yükümlü olduğu bir durumdur. Devlet yapısı veya toplumsal sözleşmeler insanları bir arada iş ve işleyişleri koordineli olarak yürütülmesi için şekillendirildiler.
Sonuç olarak; Dünya Gıda Günü’nde insanlığın gıda güvenliği ve güvencesi sorunu çözülmüş değil. İnsanın tarım devrimi ile başladığı ve o zamana herkesin doğada yeteneğine göre avlayıp toplayabildiği kadarı ile beslendiği durumdan bugün istese de avlayamayacağı ve toplayamayacağı özelleşmiş yer yüzeyi durumuna geldi. Gıdaya üretimi teknolojik gelişme ile artı ancak dağılımı ve erişimi sorunu dengesiz ve adaletsiz bir konumdadır. Güç ve baskılar ile yer yüzeyinin parsellenmiş haliyle dünyada artan gelir dağılımı bozulmuş, açlıktan insanların öldüğü güvensiz güvencesiz bir duruma gelmiş görülüyor. Milyarların yetersiz beslenmesi ve gıdaya erişim sorununun beraberinde getirdiği, iç ve dış göçler, sosyal sorunlar dünyanın istikrarı içinde ciddi bir tehdit oluşturmaya başlamıştır.
Gıda güvencesi, yalnızca açlıkla mücadele değil; aynı zamanda eşitsizliklerin azaltılması, sağlıklı nesillerin yetiştirilmesi ve sürdürülebilir kalkınmanın teminatı olarak ele alınmalı ve üst düzeyde önemler alınmalıdır. Kullanılan teknolojiye bağlı olarak gıda üretim, tüketimi ve dağıtımı dengesizliği kadar çok ciddi miktarda gıdanın çöplere gitmesi de azaltılması gereken bir önlemdir. Gıda güvencesi kadar gıda egemenliği de önemli bir konu olarak dünya çapında egemenlere bırakılmadan yerelden evrensele ele alınması gerekmektedir. Konu çok yönlü siyasi, eko-politik, teknik ve uluslar arsı boyutu olan bir konu. Önce insan sağlığı ve gıdaya temiz suya ve barınmaya erişim sağlanmalıdır.
Prof. Dr. İbrahim Ortaş
Ankara Kimya Teknik Lisesi’nde yatılı okurken, Anorganik ve Analitik Kimya öğretmenlerimiz ‘Nadir Rastlanan Toprak Elementler’ konusunun ülkemiz için son derece önemli ve stratejik bir konu olduğunu anlatırlardı. O zaman bunu yeterince anlayamamıştık…
Ne güzel öğretmenlermiş. Sanki Köy Enstitüleri eğitmenleriydi!…
Son birkaç gündür basında yer alan haberlere baktığımızda ‘NADİR ELEMENTLER’ konusunun fazlaca yer aldığını görüyoruz…
Kimya Teknik Lisesi’nde öğrenci iken, stajlarımızdan birini Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA)’nde yapmıştık…
Daha sonra bu liseden sınıf arkadaşım ‘Hasan Muammer Dişçioğlu’ Kimya Mühendisliği diplomasını; Hacettepe üniversitesi Kimya Mühendisliğinden, ben de aynı üniversitenin Tıp Fakültesinden doktorluk diplomasını aldım…
Ancak geçen yıllar içinde MTA’nın çalışmalarını ikimiz de uzaktan izlerdik…
MTA’nın bu yöndeki çalışmaları 50 yılı aşkın bir süredir aralıksız devam etmektedir…
Nadir elementler konusu gündem olunca, aklımıza eski günler ve 30 Kasım 2007’de Isparta yakınlarında düşen atlas jet uçağı geldi…
isparta’da düşen uçağın yolcuları arasında çok önemli 6 isim vardı. Bu kişiler Türkiye’nin yetiştirdiği değerli bilim adamlarıydı…
Sizlerin de bildiği gibi nükleer fizikçiler, Isparta’da yapılan kongreye gidiyorlardı…
Anımsayacağınız gibi ‘Nükleer Fizik Kongresi’ gelen acı haber ile ertelenmişti…
Uçak kazası daha doğrusu cinayetinde yaşamını yitiren 6 nükleer fizikçiden 3′ü Boğaziçi Üniversitesi’nde, 3′ü ise Doğuş Üniversitesi’nde görev yapıyordu…
O isimler Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Engin Arık, Araştırma görevlisi Özgen Berkol Doğan, Yüksek lisans öğrencisi Engin Abat ile Doğuş Üniversitesi’nden, Prof. Dr. Şenel Fatma Boydağ, Doç. Dr. İskender Hikmet ve Araştırma görevlisi Mustafa Fidan’dı…
Prof. Engin Arık, nükleer enerjinin temelini oluşturan parçacık fiziği konusunda dünya çapında bir isimdi. Ve en önemlisi Türkiye’de bol bulunan toryumu, petrole alternatif enerji kaynağı olarak gösterdiğini unutmayalım…
Prof. Engin Arık ölümünden önce yaptığı açıklamada dünyanın en zengin toryum yataklarının Türkiye’de olduğunu belirterek; “Türkiye tüm enerji ihtiyacını senede 50 ton toryum ile karşılayabilir. 1 ton toryum un enerjisi ile 1 milyon ton petrolün enerjisi eş değer. Kuracağımız merkeze bir proton hızlandırıcısı düşünülüyor. Bu da ilerde toryum nükleer santrali yapmamız için ön çalışmalara olanak sağlayacaktır” demişti…
Ne o talihsiz kazanın nedeni tam olarak açıklanabildi, ne de üzerinde çalışılan
Toryum projesinde bir gelişme oldu. Sanki görünmez bir el bu ‘Ulusal Projemizi’ tamamen bitirmişti…
Günümüze baktığımızda, Ülkemizde “Nadir Toprak Elementleri (NTE)” İç Anadolu bölgemizde, özellikle Eskişehir’in Beylikova ilçesinde bulunmaktadır…
Rezerv büyüklüğü Çin’den sonraki ikincidir. Yani paha biçilemez NTE rezervlerine sahibiz. Bu rezervlerin petrolden çok daha değerli ve önemli olduğu pek çok bilimsel kaynakta belirtilmektedir…
NTE’nin, genel olarak Enerji Sektörü, Elektrikli Araçlar, Rüzgar Türbinleri, Cep Telefonları, Yüksek Teknoloji Ürünleri sektörlerinde kullanılmakta olduğunu belirtelim…
Kullanım alanındaki geniş yelpazeye dikkatinizi çekmek isteriz…
Ülkemizde bulunan “Nadir Toprak Elementleri (NTE):” Lantan (La), Seryum (Ce), Praseodim (Pr), Neodimyum(Nd), Samaryum (Sm), Evropiyum (Eu), Gadolinyum (Gd), Terbiyum (Tb), Disprozyum (Dy), Holmiyum (Ho), Erbiyum (Er), Tulyum (Tm), İterbiyum (Yb) ve Lutesyum (Lu)dur…
Ayrıca, İtriyum(Y) ve Skandiyum (Sc) da NTE olarak kabul edilmiştir…
Türkiye’de nadir toprak elementlerinin işlenmesi, halen Eskişehir Beylikova’daki pilot işleme tesisi tarafından gerçekleştirilmektedir…
Bu tesis, yıllık 10 bin ton nadir toprak oksit üretme kapasitesine sahiptir. Ama bildiğimiz kadarıyla yeterince işlevi olmuyor…
Yapmakta olduğumuz işlem ilk aşama olup, bir nevi çıkartılan rezervin oksitlenerek zenginleştirilmesidir…
Asıl yapılması gereken, rezervin rafinasyon ile bileşenlerine ayrılması ve her bir bileşenin elementin saflaştırılmasıdır…
Ancak bu aşamaya geçebilmek için yüksek teknolojik yatırımlar gerekmektedir…
Basından takip edebildiğimiz kadarı ile, tam da bu noktada, ABD devreye girmiştir. Rezervlerin yüksek teknoloji ile işlenebilmesi için, bir nevi ortaklık teklif edilmiştir…
Bu stratejik kararın ülkemize en faydalı olacak yönde değerlendirilmesi, rezervlerimizin ABD’ye gümüş tepside sunulmaması gerekmektedir…
Bir an için NTE’ni bir kenara bıraksak ve sadece Toryum’a odaklansak, yeterli sayıda yapılacak Toryum reaktörleri ile ülkemizin elektrik ihtiyacının tamamını hem de nükleer sızıntı tehlikesi olmaksızın karşılayabiliriz…
Toryum reaktöründe radyoaktif dağılma söz konusu değildir…
NTE’nin tek tek ne işe yaradıklarını hangi sektörlerde kullanıldığı bilgileri ile kafanızı yormayalım…
Sonuç olarak çok değerli rezervlerimiz mevcut, umarız yeterli toplumsal tepki gösterilir ve bu rezervlerimiz peşkeş çekilmez…
Bunların ülkemizin geleceği için
en yararlı şekilde kullanılması olmazsa olmazımız olmalıdır….
Sorun siyasi olup, çözümü de siyasidir. Tüm yurtseverlerin örgütlü tepki göstererek bunu çözeceklerine inanıyoruz…
Sözlerimizi bu sefer türkü ile değil anlamlı bir atasözümüz ile bitirelim…
“Yemeyenin malını yerler…”
Sevgiler…
*Hasan Muammer Dişçioğlu (Kimya Mühendisl)
*Dr. Mustafa Torun
Çukurova’nın bereketli topraklarından doğan masallar, efsaneler ve halk hikâyeleri, Çukurova Masalları ile yeniden hayat buluyor.
Kara Karga Yayınları’ndan çıkan Çukurova Masalları, Türkiye’nin kültürel zenginliklerinden biri olan Çukurova’nın sözlü anlatı geleneğini günümüze taşıyor.
Olcay Bağır tarafından yeniden kaleme alıp edebi bir form kazandırdığı Çukurova Masalları, edebiyat meraklıları ve masal tutkunları için benzersiz bir okuma deneyimi sunuyor. Çukurova’ya özgü masallar ve efsanelerle dolu bu derleme; hem geçmişe bir selam hem de geleceğe bırakılmış kültürel bir miras niteliğinde. Kitap, yayınevinin Dünya Masalları Serisi kapsamında, unutulmaya yüz tutmuş masal ve efsaneleri edebi bir dille yeniden sunuyor.
Şahmaran, Yedi Uyurlar, Anavarza Kalesi ve Kızkalesi gibi efsaneleri de içinde barındıran kitaptaki masallarda; devlerden cadılara, altın pullu balıktan Zümrüdüanka kuşuna kadar fantastik varlıklar okuyucuyu büyülü bir dünyaya davet ediyor. Çukurova Masalları sıradan bir masal kitabı olmanın ötesinde, çocuk ve yetişkin okurları kültürel bir mirasla buluşturarak hayal gücünü harekete geçiren bir yolculuğa çıkarıyor.
Zümrüdüanka’nın Kaf Dağı’na sırtında adam taşıması, bir grup gencin yüzyıllarca bir mağarada uyuması, minare yüksekliğinde bir devin kazanıyla uçan cadıyı havada yakalaması, bir kediyle köpeğin aradığı yüzüğü farelerin heyecanlı bir operasyonla ele geçirmesi ve kel bir çiftçinin şapkasını bir söğüt ağacına kaptırması, binlerce yıllık medeniyetlerin izlerini taşıyan bu masal âlemi için sıradan olaylar!
BİNLERCE YILLIK KÜLTÜRÜN TAŞIYICISI…
Çukurova, yalnızca bereketli topraklarıyla değil, masal ve efsaneleriyle de binlerce yıllık kültürün taşıyıcısıdır. Elinizdeki kitap, bu topraklarda kuşaktan kuşağa aktarılan büyülü anlatıları günümüze taşıyor.
Devlerin, cadıların, ejderhaların, Zümrüdüanka kuşunun ve nice fantastik varlığın dolaştığı bu masallar, yalnızca çocuklara değil, en çok da hayallere ihtiyaç duyan büyüklere sesleniyor. Kimi zaman bir tilkinin arkadaşına kız istemeye gittiği, kimi zaman altın pullu balığın kaderleri değiştirdiği, kimi zaman da ölümsüzlüğün kapısını aralayan bir sırrın gölgesinde insanın zaaflarını anlatan hikâyeler sizi bekliyor.
Unutulmaya yüz tutan masal geleneğini yeniden canlandırmayı amaçlayan Çukurova Masalları, hem geçmişe bir selam hem de geleceğe bırakılmış kültürel bir miras.
Olcay Bağır Kimdir?
Adana’da doğdu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni ve Anadolu Üniversitesi Sosyoloji bölümünü bitirdi. Birçok dergide yazıları yayımlandı. Yurt Gazetesi’nde haftalık sinema yazıları kaleme aldı. ‘GodFather Dergi’ ile ‘Sine K Dergi’ gibi sinema dergilerinin ve ‘Tanı’ adındaki kent kültürü dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı. ‘Sinesözlük’ adında bir sinema sözlüğü kitabı yayımlandı. ‘Bize Yön Veren Metinler’ kitap serisinin 6. cildine, Türk sinema tarihini anlatan bir makaleyle katkıda bulundu.
