DOLAR 36,5309 0.14%
EURO 39,6392 0.08%
ALTIN 3.419,260,22
BITCOIN 2998475-4,31%
İstanbul

AÇIK

02:00

İMSAK'A KALAN SÜRE

X
Türk basınının duayeni Hıfzı Topuz aramızdan ayrıldı, röportajında “Hiç karamsarlığa kapılmadım, tıpkı Fikret gibi aydınlık sabahları bekliyorum” demişti
  • detaytv.com
  • Güncel
  • Türk basınının duayeni Hıfzı Topuz aramızdan ayrıldı, röportajında “Hiç karamsarlığa kapılmadım, tıpkı Fikret gibi aydınlık sabahları bekliyorum” demişti

Türk basınının duayeni Hıfzı Topuz aramızdan ayrıldı, röportajında “Hiç karamsarlığa kapılmadım, tıpkı Fikret gibi aydınlık sabahları bekliyorum” demişti

Türk basının duayeni, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti önceki Onur Kurulu Başkanlarından, TGC Basın Özgürlüğü Ödülü sahibi, İletişim Araştırmaları Derneği (İLAD) Onursal Başkanı Hıfzı Topuz, yaşama veda etti.

ABONE OL
27 Eylül 2023 16:08
Türk basınının duayeni Hıfzı Topuz aramızdan ayrıldı, röportajında “Hiç karamsarlığa kapılmadım, tıpkı Fikret gibi aydınlık sabahları bekliyorum” demişti
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Türk basının duayeni, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC)’nin önceki Onur Kurulu Başkanlarından, TGC Basın Özgürlüğü Ödülü sahibi, İletişim Araştırmaları Derneği (İLAD) Onursal Başkanı Hıfzı Topuz, 26 Eylül Salı günü 100 yaşında yaşama veda etti.
Gazeteci-yazar Şenol Çarık’ın Hıfzı Topuz ile yaptığı ve Berfin Bahar dergisinin Mart 2013 tarihli 181. sayısında yayınlanan röportajı ilginize sunuyoruz…

“Hiç Karamsarlığa Kapılmadım, Tıpkı Fikret Gibi Aydınlık Sabahları Bekliyorum”

Ondan söz etmeye başlarken “Cumhuriyetle yaşıt” ve “duayen” gibi tabirleri kullanıp kullanmamayı epeyce düşündüm. Belki çok alışılagelmiş olmasından ya da çokça kullanıldığından olsa gerek ama, doğrusu böyle büyük bir birikimden söz ederken bundan daha iyi bir tabir kullanamayacağıma karar verdim.
Ve biz de düştük yola… Arkadaşım Deniz Toprak’la birlikte iki genç gazeteci olarak ustamız Hıfzı Topuz’un Yazarlar Sokak’taki evinin kapısını çaldık. Bir gün önce ustalara saygı gecesi onun adına düzenlenmişti. Kapıyı bize o açtı… Çalışma odasına giderken duvarlardaki Fikret Mualla, Sebahattin Eyüboğlu tabloları ve Afrika’dan getirdiği masklar gözümüze ilişti. Ve çalışma masasında yeni kitabının hazırlığı…

-Öner Ciravoğlu’yla nehir söyleşi kitabınız “Ardından Yıllar Geçti”de Rosa Luxemburg gibi “Mutluluğun resmini yapamıyorum ama tadını çıkarta çıkarta yaşıyorum” diyorsunuz. Çok mu mutlusunuz?

Evet, çok mutluyum. Hırslarım olmadı hayatta. Ne para hırsım oldu, ne mevki hırsım ne de siyasal hırsım oldu. Her zaman alçakgönüllü bir insan olarak yaşadım. Ve iyi de yaşadım. İyi yaşamak için de bir gayret sarf etmedim. Öyle oldu. Muhabir olarak gazeteciliğe başladım. Asgari ücret o zaman belki 90 liraydı, ben 50 lirayla başladım. Ondan sonra aylığım yavaş yavaş yükseldi. Gazetede yükseldikçe çok mutlu oldum. İstihbarat şefi oldum, yazı işleri sekreteri oldum. Yazı işleri müdürü oldum. Bütün bunlar beni çok mutlu etti. İnsan sevdiği bir işte çalışınca mutlu oluyor. Mutluluğu insan çalışmada buluyor. Çalışmazsam o zaman mutsuz olurum gibi geliyor. Yani daima bir şeyler yapmam lazım. Ve hayatım da öyle geçti.

“İNSAN SEVDİĞİ İŞİ YAPINCA YORULMUYOR

-Her anı dolu dolu bir yaşam mı sizinkisi?
Evvela bir gazetecilik dönemi, sonra Paris. UNESCO’da 25 sene çalıştım. Üçüncü dünya ülkelerinde iletişimin geliştirilmesi, özgür ve dengeli haber dolaşımı için, büyük Amerikan ve İngiliz tröstlerine karşı özgür habercilik için ve tekelciliği yıkabilmek için çareler düşündük. Ben bütün görevleri zevkle yaptım. İnsan sevdiği işi yapınca yorulmuyor, angarya gibi gelmiyor. Sabahleyin kalkıyorum, başlıyorum çalışmaya. İşte görüyorsunuz masamın üstü kağıt ve kitap dolu. Kendi masamın ve odamın dışında rahat çalışamam. Ben çalışırken 8-10 kitap birden karıştırırım. Her bölümü yazarken yanlış yapmamak için onlara mutlaka bakarım, doğruyu bulmaya çalışırım. Kafadan öyle ezbere roman yazmam. Yazdıklarım mutlaka belgesel romanlardır. O belgeleri araştırmak, hata yapmamak lazım. Saatlerin nasıl geçtiğinin farkına varmıyorum. Bir yere çağırdıklarında “hay Allah çalışmam aksayacak” derim. Bazen de birkaç gün aksıyor. Kitabım çıktıktan sonra imza günleri oluyor, konuşmalar oluyor, okullara çağırıyorlar. Orada benim gibi düşünen insanlarla karşılaşıyorum. Kendimi sansür etmeden rahatça konuşuyorum. Ve onlardan gelen tepki bana moral veriyor ve yalnız değilim, benim gibi düşünen insanlar var diyorum, seviniyorum.

AYDINLIK SABAHLARI BEKLİYORUM

Geleceğe umutla bakıyorum. Hiç karamsarlığa kapılmıyorum. Bir takım baskılar oluyor evet, ama bunlar geçici şeyler. Bütün dünyada baskılar olmuştur ve oluyor. Ama ben baskıları hep geçici görüyorum. Fransız devrimi oldu, ondan sonra ne baskılar geldi, neler gördü Fransa. Sonra ne oldu İnsan Hakları Bildirgesi, Fransız devriminin getirdiği ilkeler hâkim oldu dünyaya. Diktatörlükler teker teker yıkıldı. Ben şu yaşamımda kaç diktatörlüğün yıkıldığına tanıklık ettim. Mussolini, Hitler, Salazar, Franco, Latin Amerika’da, Afrika’da, Kongo’da birçok diktatörlük gördüm. Biliyorum ki diktatörlükler geçici. Sonunda sağduyu ve özgürlük düşüncesi egemen oluyor. Yani Fikret’in dediği gibi ben aydınlık sabahları bekliyorum. Aydınlık sabahlara güveniyorum. Mutlaka bunlar gelecek. Ben Fikret gibi, Nazım gibi Atatürk gibi düşünüyorum. Bunlar bana moral veriyor ve mutluluğumu yarınki günlerde görüyorum.

-Peki, sizce bugün Türkiye’de durum nedir?
Bugün Türkiye’de parti değil kişi egemenliği var bence. AKP’de ikinci bir isim görmüyorum ben. Politikacı değilim, bir okuyucuyum, izleyiciyim. Ama bugün gördüğüm bir ‘kişi diktatörlüğü’. Yasama, yargı ve yürütme tek kişide birleşirse başkanlık sistemi oluyor ve dikta oluyor. İşte o kişinin yıkılmaması için önlemler alınıyorsa bu diktaya götürür. Yargıya egemen olmak çok tehlikeli bir durum. Yargı yürütmenin emrinde oluyor. Bunlar hep hukuk meselesi. Benim hukukçu arkadaşlarım bu konuları çok iyi işliyorlar, Sabih Kanadoğlu, Erdoğan Teziç gayet iyi öneriler getiriyorlar. Ben onların söylediklerine katılıyorum. Ben de hukuk fakültesi çıkışlıyım. Bu konulara elbette biraz aklım eriyor. Dünyayı bu açıdan değerlendiriyorum. O yüzden her türlü başkanlık rejimine karşıyım. Afrika’da Mobutu’yu gördüm, İdi Amin’i gördüm. Daha neler gördüm. Dikta rejimlerinin ebedi olmadığı kanısındayım.

-Hıfzı hocam Türk medyasının bugünkü durumunu nasıl görüyorsunuz?

Ben gazeteciliğe başladığım zaman medya demek basın demekti. Radyo devletin radyosuydu. Onun dışında bir şey yoktu. Basın neydi. Gazetecilikten gelen başyazarların kendi gazeteleriyle, Necmettin Sarıal’ın, Hüseyin Cahit’in gazetesi, Ahmet Emin, Yunus Nadi’nin gazetesiydi. Gazete patronu gazetecilikten geldiği için mesleğin sorunlarını biliyordu. Sonra ne oldu. Teknolojik gelişmelerle birlikte gazetecilik büyük sermaye gerektiren bir iş oldu. Basın holdinglerin eline geçti. Biz de ise Yeni İstanbul’u kuran Habip Törehan vardı; İsviçre’den gelmişti. Geldi burada bir gazete kurdu. Ondan sonra Yeni Sabah Safa Kılıçoğlu girdi. Ondan sonra gazeteler böyle sırayla holdinglere geçti. Holdinglerin gazete dışında başka işleri de var. İhaleleri, bir takım yatırımları var. Bunları yürütmek için hükümetin desteğine ihtiyaçları var. Bunun için de ellerindeki kaynaktan aykırı bir sesin çıkmaması isteniyor.
Hükümete muhalif olanlar tasfiye ediliyor. Bütün kapitalist ülkelerde durum böyle. Fransa’da bunun en korkunç zamanını Sarkozy döneminde gördük. Patronlarla ilişkilerini iyi kurduğunda gazeteleri egemenliği altına aldı ve seçimleri kazandı. O akşam patronlarla beraber yemek yedi. Çok şükür şimdi Sarkozy yıkıldı, Hollande geldi. Kapitalist düzenin yarattığı bir üst yapı. Bunun düzelmesi için alt yapının düzelmesi lazım.

27 MAYIS’I ABİDİN DİNO’YLA KUTLADIK

-Geçtiğimiz günlerde Balçiçek İlter’in Haber Türk’teki programında ‘27 Mayıs’ı Abidin Dino’yla kutladık’ demiştiniz. Yandaş medya size ‘darbeyi nasıl kutlarsınız’ diye saldırıya geçti. Peki, siz bir darbe mi kutladınız, 27 Mayıs’ı nasıl değerlendiriyorsunuz?

27 Mayıs bir diktanın yıkılmasını sağlamıştır, darbe değildir. Nasıl yıkıldı bu dikta. Bütün gençler sokaklara döküldü. Askerler, işçiler, çalışanlar, memurlar sokağa döküldü. İhtilali asker yaptı ama asker bütün bu kesimlere dayanıyordu. Üniversiteler, hocalar yaptı. Hepsi beraber yaptılar. Yıkılan rejimin yerine yeni bir anayasa yapılması için bütün örgütler beraber çalıştı. Yani herkesin onayıyla kurucu bir meclis toplandı. Ben bunu övgüyle, sevinerek söylüyorum. Ama bunun uygulanması elbette kolay olmadı. Acılarını da çektik. Biz sevindik, herkes sevindi. Yaşamamış olanlar bilmiyorlar o günkü sevincimizi. O zaman sevinmeyenler DP’den ve Tahkikat Komisyonu’ndan yana, baskıdan yana olanlardı. Bütün medya, demokratik kuruluşlar bunu sevinçle karşıladılar. Ben de o zaman Paris’ten sevinçle iznimi alıp geldim. Geldiğim haftalarda bunu her yerde kutladık. Ankara’ya gittim gazeteci arkadaşlarımla beraber olduk. Müşerref Hekimoğlu’nun kız kardeşlerinden birisi Milli Birlik Komitesi (MBK)’nden bir yüzbaşıyla evliydi. O münasebetle MBK üyelerinden bazılarını tanıdım. Sonra iznim bitti. Paris’e dönmem lazımdı polis bana izin vermedi. Sicilliyim diye durdurdular. Ve günlerce süründüm, yani gidemedim. Ankara’ya da gittim, MBK’dan bazı üyelerle konuştum. Vazgeç, burada kal dediler. Ben kalabilirimdim elbette. Dostça bir şey olsaydı ve gelip çalışır mısın deselerdi istifa eder, gelir çalışırdım. Nitekim 1974’de öyle yaptım. UNESCO’dan ayrılıp TRT’de çalıştım. Baskıyla zorla ‘çıkamazsın, vize vermiyoruz’ demek olmaz. Benim evim var, işim var. Ben de izin verilmediğini Paris’e bildirdim. Onlar BM’deki Türk daimi delegesi Selim Sarper’e haber vermişler. O da hükümete ‘olay çıkar’ demiş. Ondan sonra vize verdiler, çıktım. Ertesi yıl ise gelemedim. Yani ben 27 Mayıs’a sevindim ama böyle durumlar da oldu. 27 Mayıs iyi ilkelerle geldi. İyi bir anayasa yapıldı, demokratik bir devrim oldu. Elbette ben bunu alkışlarım. Ama uygulamak her zaman o kadar kolay olmuyor, bazı aksaklıklar oluyor. O aksaklıklardan acı çektiğim halde yine de 27 Mayıs’ı iyi bir devrim, olumlu bir devrim olarak görüyorum.

“HİÇBİR ZAMAN KENDİMİ EDEBİYATÇI SAYMADIM”

-Kitabınızda 90 yıllık yaşamınızı üç bölümde özetlediğinizi görüyoruz…
Evet, yaşamım üç bölümden oluşuyor. Biri öğrencilik dönemi. Lise, üniversite ve gazetecilik dönemim, Akşam’da çalışmam. 1958’e kadar sürdü. Bu başlı başına bir ömür yani. Devamı olmasa bile insana kafi gelebilir. Üniversitede mücadelelerin içinde bulundum, gençlik örgütleri içerisinde. Gazetecilikte bütün dönemleri yaşadım. Sonra kalkıp UNESCO’ya gittim, 25 sene çalıştım, dünyayı dolaştım. Özellikle az gelişmiş ülkelerde görev aldım. Afrika’ya 40 defa gittim; bunun 25’i Kara Afrika ülkelerine gerçekleşti. Orada iletişim araçlarının geliştirilmesi için basın özgürlüğü için projeler yürüttüm. Geldikten sonra bir süre kendimi bir boşlukta hissettim. Öğretim üyeliği yaptım çeşitli üniversitelerde, yüksek lisans ve doktora dersleri verdim. Ondan sonra belgesel roman ve kitap yazarlığı yapmaya başladım.
Üçü de yarı ayrı ama hepsi iletişim konusunda birleşiyor. İLAD’ı kurdum. Ama şimdi zamanımı genelde belgesel ve tarihsel romancılığa ayırdım. Bu arada hiçbir zaman edebiyatçı saymadım kendimi. Bunun yanında çeşitli toplantılara çağırıyorlar beni. Romancı kimliğimi bırakıp ya bir kültür adamı olarak ya bir iletişimci olarak konuşuyorum. Ya da herhangi sıradan bir aydın olarak konuşuyorum. Bütün bunları kişiliğimde topluyorum, çok yönlü bir şey oluyor ve bundan da çok memnunum.

-Dünyaya bir daha gelseniz yine gazeteci olur muydunuz?

Hiç şüphem yok yine gazeteci olurdum. Yani Gabriel Peri’nin dediği gibi, düşünü adam ertesi gün idama götürülecek ve Paris’te hapisanede son sözleri şu oluyor: “Yeniden hayata gelmek gerekirse yine aynı şeyi yapardım”. Hiç pişman değil.
Evet, gazetecilik bana yeni ufuklar açtı. İnsanları geniş açıdan tanımamı sapladı. Bütün dünyayı dolaştım, ülkeleri ve insanları tanıdım. Her yerde insanları sevdim. Hiçbir zaman bir insana kişiliğinden ya da milliyetinden dolayı, dilinden dolayı düşman olmadım. Herkese anlayışlı davrandım. Kimseye üstten bakmadım. Benim gibi düşünmeyenlerle karşılaştığımda onları benim gibi düşünmeye asla zorlamadım. Hep hoşgörülü davranmaya çalıştım. Kendimi her zaman sıradan bir vatandaş olarak, sıradan bir yazar olarak gördüm. Ama benim dünyaya bir bakış açım var. Ben her şeyden evvel solcu bir aydınım. Bundan hiçbir zaman ayrılmadım. Kendimi bildim bileli aynı eğilimdeyim. Bundan hiç pişmanlık duymadım.

-Lise yıllarınızda Cumhuriyet’in 15. yılı dolayısıyla Ankara’ya izci olarak gittiğinizde tanıştığınız bir kıza aşık olmuşsunuz. İlk aşkınızı hiç unutamadığınızı söylüyorsunuz kitabınızda.
(Gülerek) Evet, herkesin böyle gençlik aşkları olur. Benim de oldu tabi. O beni çok etkileyen bir aşktı. Çocukça bir şey, ilk sevdiğim kızla belki üç dört defa buluştuk. O da bir öpüşmeden ileri gitmedi ama, insanı etkiliyor ilk aşklar, ilk duygular. Ve ben o kızın büyük bir yazar falan olacağını tahmin ediyordum. 15 yaşındaydık ikimizde. Sonra ben aramadım, zaten aramamıza da imkân yoktu. Şimdiki gibi iletişim araçları yoktu, yaşadığımız şehirler ayrıydı. İçimde yaşattım, sonra da kayboldu.

-İsmini hiç söylemiyorsunuz…

Söylemeyim artık. Kim bilir belki sağdır, o da şu anda 90 yaşındadır. Vefat etmiş olabilir. Torunları vardır. Saygısızlık olmasın. Benim için sıkıntısı yok ama karşımdaki insana olan saygımdan söylemiyorum. Bunun gibi benim birçok ilişkim oldu ama açıklamak istemem yani. İftihar ederim bu tür ilişkilerimle ama onları güç durumda bırakmak istemem. Kitabımda da açıklamadım.

SOLCULUĞUMU HAYKIRDIM

-Ustalar saygı etkinliğinin konuğu sizdiniz. Neler hissettiniz o gecede?
Vallahi ben o toplantının yapılmasından yana değildim. Faruk Şüyün çok ısrar etti. Bir de Nazım Hikmet Vakfı’ndan Kıymet Coşkun. Kıramadım onları. Ben diyordum ki toplantı düzenlenecek 20 kişi gelecek oraya, biraz çekineceğim. Sonra gelenler benim için gelecekler. Onlara umdukları şekilde program sunamayacağım, mahcup olacağım diyordum. Faruk ‘konuşmacıları ben seçeceğim, ben davet edeceğim’ dedi. Sevdiğim insanları çağırdı. Bazı dostlarım gelemediler, Koç Vakfı’nın ve Coşkun Özdemir’in de bir etkinliği vardı. Onun için kimse gelmeyecek diye tedirgin oldum. Öyle olmadı, salon tamamen doluydu. 17-18 kişi konuştu. Çok övgü dolu laflar duydum, sıkılarak dinledim. Bu kadar övgü yeter, kafi demek geldi içimden. Çok mutlu oldum tabi. Hayatında insanın göreceği en büyük mutluluk bu olsa gerek değil mi? 90 yaşına geldiğin zaman, cenaze törenlerinde bu tür konuşmalar olur, cenazen gittiği zaman olur. Benim daha cenazem oralara gitmeden bunları dinlemek insana başka bir haz veriyor değil mi. Yani ölü havalı bir konuşma olacak diye korkuyordum ama öyle olmadı. Çok coşkulu geçti. Sonra ben de ufak bir kapanış konuşması yaptım. Orada kitabımın sonundaki sözleri söyledim. Bakış açımı, düşüncelerimi dünyaya bakışımı anlattım. Ayağa kalkıp alkışladırlar. Benim için büyük bir mutluluk oldu. Çiçekler falan elbette iyi ama en büyük hediye bu oldu. Ben böyle hiçbir sansüre tutmadan kendi düşüncelerimi, solculuğumu haykırdığım zaman karşımdaki bütün salonun ayağa kalkıp beni alkışlaması sonsuz bir heyecan veriyor insana.

-Yine sevdiğiniz Nazım Hikmet şiirleri ve Ruhi Su türküleri de okundu gecede...
Karabey Aydoğan’ı çağırdım. Çok sevdiğim bir arkadaştır. Ben onu Ruhi (Su)’nin devamı gibi görüyorum. Ruhi’nin türkülerini söylüyor, onun gibi devrimci. Ruhi’yi çok severdim. Buraya gelirdi, türküler söylerdi. Gayet titiz bir havada türkü söylerdi. Aman gürültü olmasın, rüzgâr esmesin, bir köşeye çekilir ve camları kapatırdık. Çatal bıçak sesinden nefret ederdi. Ve Nazım’ın şiirini de okudu, çok duygulandım.

-Sizin en sevdiğiniz Nazım Hikmet şiiri hangisidir?
“Akrep Gibisin Kardeşim”. Onu ben ilk Vala Nureddin’den dinledim. Ondan evvel de tabi Nazım’ın birçok şiirini ezbere bilirdim. “835 Satır” gibi. Nazım yasaktı ama elden ele dolaşırdı, hayranlıkla okurduk. Vâlâ’dan Nazım haberleri almak bizi mutlu ederdi. Sonra 1961’de Paris’te Nazım’la birlikte olduk. Bunları unutamam, en değerli anılarımdan biri.

-Sizin de şiirleriniz var değil mi?
(gülerek) Vallahi ben şair olmaya hiç heves etmedim ama insan gençlik yıllarında şiirle işe başlıyor.Ben deGalatasaray’da öğrenciyken birçok şiir yazdım. Şimdi bakıyorum da bir şiir defterim var ama, onları hiç kimseye göstermedim. Bastırmaya da kalkmadım. İyi ki de bastırmamışım çünkü ben şair değilim. Zaman zaman beni coşturan yahut duygusal anlar beni şiir yazmaya teşvik etti. Ardından Yıllar Geçti’de de Öner Ciravoğlu’nun isteği üzerine bir şiirimi yayınladım. Ben şair de değilim edebiyatçı da değilim. Ben gazeteciyim, araştırmacıyım. Eli kalem tutan bir aydınım, hepsi bu kadar.

“YAŞAMIM BOYUNCA HİÇBİR MEKTUBU ATMADIM”

-Bir de mektuplar var. Kitaplarınızda da birçok isimle mektuplaşmalarınızdan bahsediyorsunuz. Peki, sevgililerinize mektuplar ve şiirler yazdınız mı?
Sakladığım şiirler var. Sevdiğim bir kıza göndermişimdir. Ondan bir cevap almışımdır. Ama onları hiçbir zaman ortaya çıkarmadım. Benim arşivimde dosya dosya mektuplar var, bana gelen bütün mektupları saklarım. Yaşamım boyunca hiçbir mektubu atmadım. Hepsi benim için bir belgedir. Onları değerlendirdim, bazılarını kitaplarımda kullandım. Melih Cevdet (Anday)’ten gelen belki 50 mektup vardı, sakladım. Bedri Rahmi (Eyüboğlu)’den gelen resimli mektuplar, Orhan Kemal’den, bir yığın dostumdan gelen mektubu sakladım.

GİRMEYİ DÜŞÜNDÜĞÜM TEK PARTİ TİP OLDU

-Bir dönem Türkiye İşçi Partisi (TİP)nden milletvekili adayı olmayı bile düşünmüşsünüz. Biraz bu olaydan bahseder misiniz?
Mehmet Ali Aybar’ı çok severim. Efsane bir adamdı. Arkadaşlarımızla TİP’ten evvel de bir sevgimiz vardı ona. Bir öğrenci gençlik örgütü kuralım, başımıza geçsin istemiştik. Bunu pek anlatmadım.

Hangi yıllarda oldu bu?

1945-46’lardı… Ondan sonra ben UNESCO’ya gittim; 1958’de. Aybar, Vatan’da birkaç yazı yazdı. Üniversiteden ayrıldı. Daha sonra TİP kuruldu. Sonra başkanlığına getirildi. Mehmet Ali (Aybar)’nin evinde birkaç kez buluştuk. Ben TİP kurulduğunda Paris’teydim. Keşke ben de aralarında olsam diye düşünüyordum. Hayatımda girmeyi düşündüğüm tek parti TİP’ti, başka da hiç düşünmedim.

ADAY OLSAYDIM BELKİ DE MECLİS’E GİRECEKTİM

-Üyeliğiniz var mıydı TİP’e?
Hayır, üye olmadım. TKP’ye de, Halk Partisi’ne de Sosyalist Parti’ye de üye olmadım. Bağımsız bir aydın ve solcu olarak yaşamayı sürdürdüm. Örgütlü çalışanları asla ve asla kınamadım. Bir örgüt lazım elbette. Ben kendimi bir örgüt içerisinde görmedim. Mehmet Ali (Aybar) beni bir yönetim toplantısına çağırdı. Parti o zaman Babıali’deydi. Mehmet Ali, bizimle birlikte çalışır mısın dedi. Elbette, dedim. ‘Seni aday göstermek istiyoruz’ dedi. Çok sevinirim, dedim. Ama UNESCO’daki görevimden söz ettim. İzin alamaz mısın, dedi. Hayır, orada uluslararası bir memur statüsündeyim, istifa edip geleyim dedim. Mehmet Ali, bu sorumluğunu ben üzerime alamam, dedi. ‘Oradan ayıracağız, bizim kazanma ihtimalimiz ne olur bilmiyorum. Açıkta kalabilirsin, sorumlu olurum, daha sonraya bırakalım’ dedi. Ben de vazgeçtim, döndüm Paris’e. 1965 seçimlerinde TİP 15 milletvekili çıkardı. Demek ki aday olsaydım belki de Meclis’e girecektim (gülerek).

Paris yıllarınızı büyük bir keyifle anlattığınızı görüyoruz eserlerinizde. Çok mu seviyorsunuz Paris’i

Evet, bu biraz da Galatasaraylı olmaktan geliyor (gülerek) Avni Arbaş gibi pek çok dostum oldu orada. Gitmeden önce de çok severdim Paris’i. Türkiye’den rakı geldiğinde rakı içerdik, pastırma, sucuk, meze gelince oturup beraber yerdik. Türkiye haberlerini beraber tartışırdık. O zaman ben Paris’teki bütün eylemleri izliyordum. Bir kısmını Akşam’a röportaj olarak yazıyordum. 20. Asır’a, Yeditepe’ye yazı gönderiyordum. Ayda 10-15 yazı gönderiyordum. Olayları izliyordum. Gösterilere katılıyordum. Bütün devrimci toplantıları, Amerikan emperyalizmine karşı toplantıları izliyordum. Paul Eluard’ın tabutu başında Abidin Dino’yla nöbet bekledik. Bütün devrimci aydınları orada gördük, Aragon’u gördüm. Onlarla sergilerde karşılaşıyorduk, konferanslar izliyordum. O hava beni çok büyüledi. Şimdi Paris’e gittiğim zaman böyle bir havadan eser yok (gülerek).

Genç kuşağı nasıl görüyorsunuz?

Eski öğrencilerimden birçoğuyla, Anadolu Üniversitesi’nde, İstanbul’daki dostlarımla ilişkim devam ediyor. Okullarda toplantılara gittiğimde çok iyi sorular geliyor, mutlu oluyorum. Hepsi için aynısını söylemek mümkün değil tabi. Ama okumak, takip etmek önemli.İnsanlar gazete, televizyonda çalışmaya başlayınca işin içinde boğuluyor. Dış olayları takip edemiyor, okuyamıyor. Hocalar için de aynısı. Hoca olduktan sonra bir kitap yazıyor, bir kesimi tabi, hep aynı dersleri veriyor. Ekleyenler var tabi, mesela Erdoğan Teziç her baskıda yeni bir şeyler ekliyor. Bunu yapanlar var, yapmayanlar var.

-Yani genç kuşaktan umutlu musunuz?

Elbette, içlerinde umut vadeden gençler var.

-Yeni bir çalışmanız var mı?

Evet, var; Namık Kemal’i yazıyorum.

-Ne zaman bitirmeyi düşünüyorsunuz, ne zaman okuyabiliriz?

Sonbahara çıkar. Namık Kemal’i yazmak bana Tevfik Fikret gibi, Sabahattin Ali’yi, Nazım’ı yazmak gibi aynı heyecanı vermiyor. Onları yazmak daha büyük bir heyecan verdi bana, onlarla çoğu zaman özdeşleştim. Kendimi onlarda gördüm. Onları çok benimsedim, onlar gibi düşündüm.. Onu tanıtmakta yarar görüyorum. Gittiğim toplantılarda soruyorum, Namık Kemal çok fazla bilinmiyor. Ne deniyor ‘Vatan Şairi’, ‘Vatan Yahut Silistre’… Hayatının dörtte üçünü sürgünde geçiriyor, İstanbul’da çok az kalıyor. Binlerce mektup yazmış. Bak şuradaki ciltler hep onun mektupları. Dostlarının anlatımlarından tanıyorsun onu. Yoksa romanlarından, şiirlerinden değil. Benim gibi içki içmesini seven, küfreden, arkadaşlarıyla konuşan bambaşka bir insan ortaya çıkıyor. Bugün sağ olsa beraber olabilirdik. Ben bunu anlatmaya çalışıyorum. Asıl kimliğini çok az insan anlamış. Yakınları biliyor ama halk bunu pek bilmiyor. Namık Kemal’in Abdülhamit’e yazdığı 20-30 mektup var, okuduğun zaman ‘bu mu Namık Kemal?’ diyorsun. Ve daha birçok şey… Beğendiğimiz tarafları var ama başka yanları da var.

-Hayatta çok büyük bir pişmanlığınız var mı?

Hayır, yeniden başlamak gerekirse yine aynı yolda yürürdüm.

-Son olarak neler söylemek istersiniz?

Ben geleceğe umutla bakıyorum. Karamsarlığa düşmüyorum. Genç kuşaktan benim gibi düşünenleri görünce çok mutlu oluyorum. Onlara bir şey aktarabiliyorsam, ne mutlu bana. Elimden gelen budur.

-Hocam bu güzel söyleşi için size çok teşekkür ederiz.

Ben de sizlere teşekkür ederim. Gazetecilik hayatınızda başarılar dilerim.

Söyleşi: Şenol Çarık
Fotoğraflar: Deniz Toprak

(Berfin Bahar dergisi, Mart 2013, 181. Sayı)

En az 10 karakter gerekli


HIZLI YORUM YAP
300x250r
300x250r

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.